27 Haziran 2009 Cumartesi

İŞTE O!

Gönderen Lavinya Öz.

Adamın elleri, sanki saydam bir nesneye dokunmanın ilk heyecanıyla titrek, dokundu şarap kadehine. Oldukça tenha bir yudumun ardından, mırıldandı; “Dudaklarımız mıdır şarabı içen yoksa şarap mı dudaklarımızı içer?” Gülümsedi…Geceyi elinden sürükleye sürükleye getiren gündüzün o tatlı yorgunluğuyla yaslandı arkasına.Şu dakikayı seviyordu. Belki saat herhangi bir 2.20 yi gösteriyordu, belki şu dakikada birçok insan şarabını yudumlayarak kendini Vivaldi’nin asilliğine bırakmıştı, herhangi bir şekilde…
Oysa o farklıydı bu saatte, onun buluştuğu kahramanları olurdu, onlarla sabahın ilk ışıklarına değin sohbet ederdi… Taaa ki ilham perisi yanında getirdiği Tanrı misafiri kahramanı sabah olunca alıp götürene kadar… Bu saat onun ilham perisiyle buluştuğu bir zaman dilimiydi… O yazdıklarına ya da yarattığı karakterlere âşık değildi… O kendine bunları yazdıran perisine umutsuzca âşıktı… Son zamanlarda neler okuduğunu ve neler yazdığını düşündü. İlk aklına gelen; bir dergiye gönderdiği oldukça uzun mektuplar oldu sonra yırtıp yırtıp attığı onlarca karalama…Birçok kitap, dergi, araştırma yazıları, öyküler…

Çok okuyordu fakat eli kalemi kâğıda her ulaştırdığında, ilham perisinin portresini her çizmek istediğinde kilitlenip kalıyordu.Böyle zamanlar çok olurdu… Bu bir kuluçka dönemiydi… Sancılı geçerdi ama… Geçerdi… Geçmeliydi…Geçmek bilmiyordu.Faydalıydı bu dönem, çünkü hemen ardından tükenmeksizin yeni aşklar, yeni sevdalar, yeni öyküler ve yeni kahramanlar dökülürdü kaleminden… Geçerdi… Geçmeliydi…Geçmek bilmiyordu.

UMUTSUZ AŞKLAR!!!KARA SEVDALAR!!!
Sadece… AŞK…Neden hep aşklar?Ve neden bu soru şimdi?
O; yazabilmek için sürekli âşık olmanın, sürekli umutsuz bir sevda taşımanın gerekliliğine inanıyordu… Yazabilmek için herkese ve her şeye âşık olabilirdi. Çünkü yazmaya âşıktı… Çünkü aşka âşıktı…“Âşık olmanın, sürekli umutsuz bir sevda taşımanın gerekliliğine” inanmak… Bu inanç; ardı arkası kesilmez aşklar, âşıklar getiriyordu kalemine, hatta bazen kendinden habersiz kendini kandırma cüretkârlığına kadar uzanıyordu cümleleri… Her ardı arkası kesilmezliğe salıyordu kendini… Sadece yazmak içindi bu kalem ardı fedakârlıkları, sadece yazmak… Çünkü yazmak yaşamak demekti… Yazmak aile demekti… Yazmak paylaşmak ve rahatlamak demekti… Yazmak; onun tanıdığı en iyi terapistti…

Şıp âşık olmanın ve hep sevdalı kalmanın bir süreci var mıydı? Bu süreç sonsuz olabilir miydi? Sonsuzluk bir süreç miydi?Bir ES ne zaman ve neredeydi?Ona söylenmişti. Ona denmişti ki: “Kendin… Kendin… Kendin… Nereye kadar? Ya tükenmek?”

TÜKENMEK…

Bu kelimeyle asla bağdaşamayacağına olan inancıyla hep güldü söylenenlere. Daha da çok anlattı kendini… Anlattı… Anlattı… Anlattı… Sonunda ilham perisi ondan sıkıldı ve susturdu onu…Ansızın titremeye başladı, kalktı yerinden bir bardak daha şarap doldurdu ve çok gürültülü içti kadehi… Sonra bir tane daha… Bir tane daha… Titremesi hafifleyene kadar devam etti, sendeleyerek yaklaştı aynaya ve kendine bakışına baktı… Havaya kaldırdı kadehi, odanın loş ışığına tuttu. Cam ardından can içre ortama yayılan kızıl renkle beraber yayıldı bir ateş ılık ılık vücudunda… Bir kelime asıldı boşluğa: “Tükenmek”Gözleri aynanın soluna iliştirdiği fotoğrafa takıldı. Hani şu ilham perisini onun içinde hapsettiği güzellik… Aşkın sürekliliğini onda bitirmişti. İstem dışı onda olmak, izinsiz ve iz düşü onu almak… İşte sorunun cevabı:“Neden yazamıyordu? Aylardır”Çünkü insan yaşarken yazamıyordu.Birden müthiş yazarlarını düşündü…O, âşık olan müthiş yazarları(!)O, hiç tereddütsüz sevdayı anlatan müthiş yazarları(!)Güldü…Şarap çok acı buldu bu gülüşü bir yudum daha istemedi bu gülüşten (oysa mahzenden yeni çıkmış bir gülüştü bu).

Kulaktan kulağa anlatılan bir masal geldi aklına.“Bundan asırlar önce; iki kafalı, dört kol ve dört bacaklı yaratıklar yaratmış tanrılar. Bu yaratığa ‘insan’ ismini vermişler. Bu yaratıklar bir türlü anlaşamıyormuş kendileriyle… Sağdaki ayaklar doğru yol burası buradan gitmeliyiz derken soldaki ayaklar hayır doğru yol bu taraf diyormuş. Sağdaki eller yukarıyı işaret ederek buradan ilerleyeceğiz derken soldaki eller aşağıyı işaret edip hayır buradan diyormuş. Tanrılar bu anlaşamayan yaratıklara bir ceza vermek istemiş ve her birini tek kafalı, iki kol ve iki bacaklı yaratıklar olarak ayırmışlar ve her bir parçayı birbirinden milyonlarca km uzaklara yerleştirmiş. Ceza olarak bu ayrılan bedenlerin ruhunu tek bırakmışlar ve ömürleri boyunca ruhlarının diğer yarısını aramakla geçecek bir yaşam biçmişler bunlara. Bulmayı zorlaştırmak için de bir parça ‘fark etmezlik’ ekilmiş bedenlerine. Hep bir özlem köklenmiş içlerine, hep bir boşluk hâkim olmuş kalplerine…”

“İşte herkesin hayatta ki, tek amacı budur; ruhunun diğer parçasını aramak” dedi kendi kendine, kalan son bardak şarabı doldururken kadehine.Son kadehini, benliğinde üstün insanı hissetmenin fark edilirliği ve köklenmiş özlemin çürümüşlüğüyle aynaya iliştirdiği fotoğrafa doğru kaldırdı.

İşte o!(Peki, bunu o müthiş yazarlarına nasıl anlatmalıydı. Anlatmalı mıydı? Hayır. Artık sevda üzerine konuşulmamalıydı).

“Tanrıların Şerefine!”

Saygılarla
Lavinya Öz.