5 Ağustos 2009 Çarşamba

CİLASIZ UMUTLAR

Gönderen Lavinya Öz.

Onu ilk tanıdığımda, kaç olduğunu çıkaramadığım bir yaştaydı. Ne parklarda oynayan bir çocuktu ne de olgun büyük bir adam. Şarkı söyleyerek parlatıyordu ayakkabıları, umursamıyordu dünyayı tıpkı dünyanın da onu umursamadığı gibi. Ayakkabı boyacılığı çok büyük yetenekler gerektiren bir işti onun için ve eminim, “cilalı bezi boyalı parmaklarıyla kavrayıp, sağa sola dans ettirmek” ; şu yeryüzünde en iyi onun yaptığı şeydi. Umutlarını parlatıyordu, hayatın ona vermediği umutlarını parlattığı ayakkabılarda umuyordu.

Her sabah ve her akşam, ders çıkışlarında çay ocağında aynı saatte rastlardım ona. Ne iş yaptığını soranlara saatine bakardı “sabah yedi, akşam beş” derdi memur edasıyla. Sabah yedi akşam beş. Sırf “memur” havası yaşayabilmek için, takardı belki o saati koluna(malum takım elbise ile memurluk yapılmazdı. İşin ucunda iki yakasını bir araya getirememek vardı ama saatli bir “boyacı memur” olmazsa olmazdı).

İlk kez o gün bu kadar yakınıma oturdu çay ocağında. Yan yana oturduk ilk kez. Uzaktayken; çekingen ama meraklı, yabancı ama ilgili olan bakışların ve farklı ufukların, yakındayken; girişken ve samimi bakışların açılarını aynı ufuk çizgisinde birleştirdiği o tuhaf zaman dilimlerinden birindeydik. Üçüncü boyutta ilk buluşmamızdı onunla. Boyalı parmaklarıyla simidi bölmesi ve çayını höpürdeterek içmesi biraz itici gelmişti bana. Ama daha sonra; böldüğü simidin diğer yarısını bana uzatan, soğuktan kanı çekilmiş o boyalı ellerini ellerimin arasına alıp, nefesimin buharıyla yüreğimin en sıcak köşesinde ısıtmak istedim ve avuç içlerini şükranla öpmek. Keşke… Bizler, insanoğlu olarak değişik bir mahlûkuz. Bazı duyguları göstermekten çekiniriz, sanki kişiliğimizden bir şeyler eksilecek sanırız, hâlbuki insan duygularını en iyi şekilde ve açıkça ifade ettikçe kişileşir. Keşke bunu 32 yaşımda değil de 20 yaşımda düşünüp algılaya bilseymişim ne çok şeyi kaybetmemiş ve ne çok şeyi geri kazanmış olurdum. Keşke simidi başımı iki yana hafifçe sallayarak reddetmek yerine, hiç değilse, bir ısırık alsaydım onun diş izinden. Keşke “beni yanlış anlamamıştır umarım” cümlesini beynimden geçirene kadar dilimden geçirseydim. Keşke bir zaman makinesi olsa ve… Ve keşke; hayatımda bu kadar “keşke” olmasa.
O simidicebindeki son parasıyla almıştı biliyordum. Hatta 1000 lirası çıkışmamıştı da, “istersen kalsın Hasan Abi” demişti kendisinden de küçük simitçi çocuk. Hasan ise ısrarla reddedip ne yapıp edip çıkarmıştı iç cebinin en gururlu köşesinden iki beş yüzlüğü… Çünkü hayat, varlığı paylaşamayanlara inat, ikisine de yokluğu paylaşmayı öğretmişti en acı yüzüyle.

Genelde boyacılar biraz açık gözlü bilinir. Çoğu, yarım yamalak boyar ve ayakkabılarımıza bir cila bile vurmadan, tereddütsüzce atarlar verdiğimiz parayı ceplerine ya da bana hep böyleleri denk geldi. Hasan onlardan değildi. Farklıydı O. Gözlemledim ben onu. Her sabah ve her akşam, sabah yedi de ve akşam beş de…



Ayakkabı boyacılığı değildi onun yaptığı iş. “Tek kişilik” bulunmaz bir gösteriydi. Arka arkaya öyle espriler patlatırdı ki komedi ustalarını bile kahkahalarla güldürecek cinsinden. Daha ilkine gülmemiz bitmemişken ikincisi gelirdi… Sonra üçüncüsü… Belki biraz kabaydı konuşma biçimi ama “kibar” dediğimiz insanın aslı nedir ki? Belki biraz da devrikti kelimeleri ama hep kelimeler devrik de bir biz miyiz düz olan? “Aksaray” a “Askaray” demeyi de, bana “Hocam” diye hitap etmeyi de yakıştırırdı kendine.

Her gün iki sefer ve mutlaka, yorulmadan sıkılmadan sorardı: “Topuklarını parlatayım mı hocam?” (Kovboy çizmesi giyiyordum ve yumurta biçimli topuklarım 6 cm uzunluğunda, 4 cm enindeydi, bitpazarından almıştım o çizmeyi, nur yağdığı dönemlerde). İçimden “MUZUR” derdim, dışımdan gülümseyerek. Her sabah ve her akşam. Sabah yedi akşam beş. Hafta sonlarında da sürekli aynı yerlerdeydim aynı insanlarla. “Sokak arkadaşlığı” ciddi bir arkadaşlıktır.

Değil tatlı diliyle yılanı deliğinden çıkartmak, O; tatlı diliyle, yılanı yılan olmadığına dahi inandırabilirdi. Hep aynı arkadaşıma açtırırdı tezgâhının siftahını. Uğur getirirmiş güne, “UĞUR” ismi. Bol bol kullanırdı boyayı “torpil geçtim sana” diyerek iyice de parlatır, hep de yarı fiyat ücret alırdı ondan, prensipleri vardı.

Kırmızı boya sandığını yanında taşımazdı. Sandık çay ocağının bir köşesinde dururdu. Her sabah yedi de önce ocağın çayını demler sonra radyodan en acıklı şarkıyı seçer ve boya sandığını kaptığı gibi vururdu kendini sokaktan sokağa, caddeden caddeye, duraktan durağa, kahveden kahveye, köprüden köprüye, bardan bara… Aynı gün içerisinde bazen birçok kez karşılaşırdık, göz kırpardı gülümsetirdi beni (MUZUR!). Bazen kaş göz işaretiyle yanımdakinin kim olduğunu sorardı. Akşam çay ocağında görüşünce de “Hocam, kim ki sizi rahatsız ederse bu civarda, bir şikâyetiniz yeterli, beni karşısında bulur, bunu bilin!” derdi dayılanarak. Sağ elimi yüreğime götürür hafifçe eğerdim başımı önünde.

Boya sandığının üstü birçok şarkıcı resmiyle süslüydü. “Neden kırmızı?” diye sordum bir gün.
“Hep kırmızı bir bisikletim olsun isterdim olamayınca bende sandığımı kırmızıya boyadım” dedi sonra güldü muzur muzur “İnandın mı?”
“…”
“Ne kırmızı bisikleti hocam ya! Boyacıda fazladan bu renk kalmış verdi işte öylesine”

Bir gün de sigara içmeme kızdı. Şaşırttı beni sözleri:
“Her sigara insan yaşamından üç dakika alırmış. Yazık değil mi sana? Sen bu üç dakikayı sevdiklerinle, sevgilinle geçirsen ya!” Hasan; beni şaşırtmayı en iyi beceren tek kişiydi şu hayatta.

Sonbaharın en yağmurlu günlerinden birinde çay ocağında mahsur kaldık. Dışarıda dolu; dolu dolu yağıyor. Hiç kesilmeyecek gibi. Birer çay ısmarladı aramızdaki en yaşlı kişi. Ben ve Hasan yan yana radyoyu kurcalıyoruz, pek de iyi çekmiyor ya! Vivaldi çalıyor bir frekansta. Önce geçiyor sonra geri dönüyor frekansa ve beni yine şaşırtıyor hiç ummadığım anda:
“Dört mevsim değil mi bu?”
“Sen nerden biliyorsun Dört Mevsimi?”
“Ayıp sana, sen bilmiyor musun?” diyor MUZUR, gülümseyerek ve devam ediyor:
“Sokağın köşesindeki kitapevi var ya! Orada dinlerim ben bunu. Yağmurlu günlerde pek iş olmaz da. Ağabeylerim sağ olsunlar, kendi halimde dolanırım kitaplar arasında. Arada bir de beleşten boyarım ayakkabılarını. İşi kitabına uydurmak lazım değil mi değerli hocam? Ben öyle kimseye borçlu kalmak istemem”

Sonunda cesaretimi toplayıp soruyorum hayatına dair birkaç soruyu:
“Sen okumuyorsun değil mi?
“Ne okuması? İşim gücüm var benim.”
“Ama bak, sen okusan büyük adam olursun”
“Ben kardeşimi okutuyorum, beni kim okutacak?”
“Baban…”
“Ne babası? Bizi peydahlamış kaçmış bilinmez deliklere. Merak ediyorsan söyleyeyim. Hasta annem, ben ve bir de erkek kardeşim var şu dünyada. İşte tüm varlığım. Ben Cemal Süreyya’nın okul kitaplarına giremeyen şiirleri gibiyim”

“Cemal Süreyya’yı da mı biliyorsun?”
“Ne ayıp, sen bilmiyor musun yoksa?” diyor MUZUR ve devam ediyor:
“…Şanssızım diyemem ben kendi payıma/ Oluyor böyle şeyler ara sıra/ Sözgelimi okul kitaplarına girmez şiirim/ Bütün çocuklar anlar da”. “…”

“Merak ediyorsan söyleyeyim. Karton toplayan bizim bir Çarıklı Nurullah var. Hayır, çarık filan giymiyor. Nerden gelmiş ismi belli değil. Zaten beni ilgilendiren de cismidir. Sağ olsun topladığı kâğıt, karton aralarında yırtık, atılmış bir kitap görse hemen bana gelir bilir ki alıcısı hazırdır”
“Ne kadara alıyorsun o kitapları?”
“ Okumasına”
“Anlamadım!?”
“Okuması yazması yoktur. Getirir bana verir ben de borcumu; kitapları ona da okuyarak öderim.”
“Sen nerden öğrendin okumayı?”
“Valla, işte onu ben bile henüz anlamış değilim. Anam desen ne okur ne yazar, kardeşim daha yeni söktü heceleri. Belki de; bir masal kitabımız vardı, bol resimli, tam çocuk işi. Resimlerine bakarak uydururdum hikâyeyi. Ne olduysa kendiliğinden oldu. Sonra bir de baktım ki okuyorum. Tuhaf değil mi?”

Birkaç gün görünmedi Hasan ortalıkta. Kime sorsam ki? Çay ocağının sahibi Ersin abiden sordum. Hastalanmış, grip düşmüş, yatak döşek. Adresi alıp da bir başvurmak istedim. Benim soracağımı tahmin edip anlamadığım bir sebepten “sorarsa sakın adresi verme” demiş. Sağlık güvencem yok, bir işim yok, param yok zaten bunlar olsa da elimde Hasan’ın adresi yok: Çaresizliğimden ürktüm. Tüm çay ocağı kadrolu tayfası ile aramızda alelacele toparladığımız parayla sadece vitamin ve ateş düşürücü ilaç ile birkaç şişe süt alıp Ersin abi ile gönderdik. Alçaklık yapıp izlemedim onu. Hasan istemiyorsa bizi orda, bir bildiği vardır dedim. Mamak dolmuşuna bindiğini gördüm sadece.

Emanetler yerine ulaşmış “borcumu en kısa zamanda öderim” diye de haber yollamış.

Merak içinde geçen birkaç günün ardından bir sabah geldi. Sarılmak istedim, yanaklarından öpmek. Keşke…
“Nasıl oldun?” dedim uzaktan uzağa yabancı gibi.
“Sence nasıl görünüyorum. Korkma, kötülere bir şey olmaz”
“Ama sen iyisin” diyemedim. Keşke…
“Sana bir şey olursa ailen ne yapar?” dedim.
“İşte orda çok haklısınız değerli hocam! O yüzden dilerim ki …”(boyalı ellerini açtı havaya) “Benim vaktim kardeşimi okutmaya annemi iyi etmeye yetmeyecekse toptan alsın bizi Rabbim yanına! Hiç değilse hepimiz tek bir kere ölmüş oluruz!”
“Nasıl konuşuyorsun öyle? Allah esirgesin. Bu nasıl laf? Delirdin mi?”
“En aklı başında dileğim. Âmin diyin”
“…”
Âmin dedim ama… İçimden dedim. Sırf o istediği için. Keşke…

Kış geçti. İlkbahar bitti. Yaza düştük. O gün son bursumu aldım artık mezunum ve önümüzdeki sonbaharda göreve başlayacağım. Bana “Hocam!” diyen hiçbir öğrencime kızmayacağım. Özel dersler vereceğim özel insanlara. İçimde karmaşık bir görev listesi, yüzümde sadece aptal olanların göremeyeceği bir gülümseme, telaşlı adımlarla koşturuyorum çay ocağına müjdemi paylaşmaya “Ersin Abi! Herkese benden bir çay! Kola isteyene de kola ver!” . Gülümsemem artarak devam ederken, aylardır sadece önünden geçtiğim, her geçtiğimde vitrine beni mıknatıs gibi çeken o; gümüş, el işlemeli kol saatini görünce frene basıyorum yine. Birkaç dakika düşünüyorum vitrinin önünde. Şu an alabilirim. Param yeter. Masrafım yok. Şu an alabilirim, bileğime sadece birkaç dakika uzaklıkta. Tam dükkâna girecek gibi oluyorum ki birden yönümü değiştiriyorum sokağın başındaki kitapevine doğru. Daha yavaş adımlarla ilerliyorum. Hasan’a alacağım kitapların listesini yapıyorum kafamda, listenin başında Cemal Süreyya var. Gün boyunca dikkat etmediğim bir haber dolanıyor kalabalıkta. Herkes şaşkın herkes üzgün. Dün, akşam saatlerinde Mamak da, bir terörist, bombalama eylemi gerçekleştirmiş, birçok kişi hayatını kaybetmiş. Bunları konuşuyorlar bağıra çağıra, lanetler savurarak havaya. Yakalanmış ama “Pişman değilim” demiş pişkin. Ben bencilce hiç ilgilenmiyorum konuşulanlarla. Kafamdaki listeye yenilerini ekliyorum ve giriyorum kitapevine. Kalp atışlarımın ritmi bozuk, kulağım çınlamalı, boğazımda anlam veremediğim bir kördüğüm, gözlerim endişeden duman altı. Kafamda oluşturduğum tüm listeyi alıyorum hem de peşin.

Paketletmeye bile gerek duymadan hızla çıkıyorum kitapevinden. İstikamet; çay ocağı. Yaklaştıkça nefesimin derinliği yetmiyor. Bir nefes alsam atmosferdeki oksijen tükenecek nerdeyse. Bacaklarım tutmuyor. Vücudumda inceden bir titreme. Başımda tarif edilmez bir zonklama, daha da yavaşlıyor adımlarım ve giriyorum çay ocağından içeri.

Kötüye işaret; radyo suskun, acıklı bir şarkı yok frekansta. İnsanlar başı eğik. Hiç biri yüzüme bakmıyor. Bir şeyler saklıyorlar beceriksiz suretlerinde. Ne ben bir şey soruyorum ne de onlar başlarını kaldırıyorlar yerden. Kırmızı boya sandığı; saat sabahın dokuzu ve hava günlük güneşlik olduğu halde yerinde duruyor, aşınmış askısının omuzları yerlerde. Anlıyorum ki artık şaşırma yetimi kaybetmişim; o boyacının, boyalı avuçlarında sıkı sıkı tuttuğu, gerçekleşen dualarında kaybetmişim şaşırma yetimi son şaşkınlıkla.

Elimdeki kitapları bırakıyorum sandığın üstüne, son bir gayretle “Hasan gelince verirsiniz!” diyorum ve çıkıyorum, bir daha asla girmeyeceğim, çay ocağının kapısından dışarıya .


Gözyaşlarım gururlu iç ceplerimde…


SAYGILARIMLA
LAVİNYA ÖZ.

NOTLAR:
BİR: Öyküm kısmen hayal ürünüdür.
İKİ: Öyküm yarışmada dereceye girememiştir :(((
ÜÇ: Değil derece mansiyon bile alamamıştır :(