22 Haziran 2010 Salı

Güneşin Elleri Buz Gibiymiş Ne Tuhaf !

Gönderen Emre C.

Eskişehir'imin sokaklarında geziyorum. Bir rüyada mıyım yoksa bir rüyadan henüz mü uyanmışım bilmeden. Ama zaten ne zaman bu şehrin sokaklarında geziyor olsam içim bir tuhaf oluyor. Kendime bile anlatmakta sıkıntı duyuyorum ki size nasıl anlatsam?

Ben bu şehire geldiğim zaman bazen akşam vakti oluyor. İnsanların hepsi hızlı hızlı bir yerlere yetişiyor. İşte o anda zamanı durdurup herkesle tek tek konuşmak istiyorum. Nereye gidiyorsunuz? Orada ne yapacaksınız? Bu tramvaya kaçıncı binişiniz? Hayattan beklentileriniz neler? Yoksa işte öylesine yaşayıp gidenlerden misiniz?

Ya da benim gibi böyle aklı bu kadar garip çalışan biri var mı merak ediyorum. Herkesin bir sıkıntısı var muhakkak. Ya işiyle, ya eviyle ya da okuluyla ilgili kafasında soru işaretleri var. Ama bunlara ek olarak bir de insanlığı, ilişkileri, yaşamı benim kadar kurcalayan birisi daha var mıdır? (Elbette var. Bütün bu romanları yazanlar, filmleri çekenler, şiirler yazanlar, resimleri yapanlar bu kaygıyı güdenlerdir.)

***

Şehirde dolaşırken nedense herkes beni seyrediyormuş gibi geliyor. Çok garip. Sanki usta bir tiyatro yazarının karakteri gibiyim. Rolüm yazılmış. Ezberim elime tutuşturulmuş. Ezberliyorum ve oynamaya çalışıyorum. Üstelik tekrar oynama ya da bu role önceden hazırlık yapma şansım da yok. Kağıtlar elimde. Her sayfada yeni bir insanla tanışıyorum. Fakat tiyatro yazarı bana kesinlikle yardım etmiyor. Tüm bu yeni karakterleri benim tanımam lazım. Üstelik onlar da oyuncu. Belki farkındalar veya belki de değiller bu muazzam oyunun içinde olduklarından. Çünkü dünya öyle ustaca kurgulanmış ki (yüce yaradana saygılarımla) herşey çok gerçek. Elmalar tam da elma gibi. Bardaklar çok fazla kumdan ve kırıldığında elimizi kesiyor ve akan kan çok kırmızı.

Şehirde dolanırken ve aklımdan bunlar geçerken Haller' e uğruyorum. En sevdiğim mekan. Tam da sevdiğim insanla baş başa kalmak istediğim yer. Fakat şimdilik yalnızım. Meraklı gözlerle etrafı süzüyorum. Gene aynı keşmekeş. Aynı deli sorular beynime üşüşüyor. Çiftler.. Arkadaş gurupları..Aileler..Dükkanlar..O dükkanlardaki satıcılar..Hepsinin ayrı ayrı hayatları var ama bazılarınınki bir yerlerde kesişmiş. Peki ya kesişmeseydi? Tesadüflere inanır mısınız? Ya da kadere? Kader nedir sizce? Başımıza gelenlerin toplamı mı yoksa inandığımız ve belki de inanmak istediğimiz bir kavram mı?

Şekerli bir Türk kahvesi söylüyorum (en sevdiğim). O mekanda tek yalnız benim. Hemen çaprazımda orta yaşlı bir çift var. Karşımda ise genç bir çift. Arkamda, sağımda, solumda başka kalabalıklar da var ama onları süzmüyorum. Kahvem geliyor. İçiyor, içiyorum. Düşünceler asla durmuyor. Düşünüyor, düşünüyorum. Bu kahveyi neden bu kadar seviyorum? Ya da herhangi bir şeyi neden severiz? Bu sevgimize karşılık bekler miyiz? Sanırım hayır. Örneğin kahve içmeyi severiz ama onun da bizi sevmesini beklemeyiz asla. En fazla çeşitli şekillerle bizi büyülü dünyalara taşımasını isteriz.

Fallar...

Aslında hepimiz biliyoruz falın hiç bir şekilde geleceği yansıtamayacağını. Çünkü kader gerçek olsa bile gelecek asla sabit değildir. Her an yeniden yazılmaya namzettir. Bir olay olur ve kafanızdaki düşünceler şekilleniverir. Bu başka bir olayı tetikler ve siz bir bakmışsınız aklınızda hayalinizde olmayan bir geleceğe gidiyorsunuz. Ama bu da yarın değişebilir. Çok garip değil mi?

Kahvem bitmiş ve kapatmışım. Hatta soğumuş bile. Açıyorum ve kendi falıma bakıyorum. Yüreğim mi kabarmış ne? Bir kahve falı işte çoğu zaman bu cümle ile başlar. Nedense genelde hep tutar. Çünkü hayatından memnun olan çok az sayıda insan vardır. İnsanların yüreği hep kabarıktır. Hepsinin dertleri kendilerince çok büyük; mutlulukları da yetersizdir. Kaldı ki mutlu olsak bile bunun ne zaman biteceğini düşünürüz hep. Şöyle deriz içimizden ''Haydi mutluluk yitip git artık ki ben de sonsuz hüznüme geri döneyim'' Farkında olmadan bir üzüm salkımı gibi mutluluğu tüketiriz. Tamam kabul ediyorum dünyada hiç bir şey sonsuz değilidir ve her şey yitip gitmeye ve tükenmeye mahkumdur ama biz mutluluk konusunda biraz aceleciyiz. Hemen bitmeli ve hüzünlerimize geri dönmeliyiz. Mutluluk bizim için hep bir numara büyük bir elbise gibidir. Bol gelir hemen çıkartır atarız. Oysa onu o kadar çok beklemişizdir ki ve belki de sahiden haketmişizdir de. Sabırla doğru anı kollamışızdır. Bulunca o şeyi, anlamışızdır mutluluk bu olmalı diye. Ama insan yanlarımız, ama şu garip anlatılması güç kimyamız öyle bir çalkanmaya başlar ki içimizde, sanırız ki içimiz dışımıza çıkacak ve bu mutluluğu elimizden alıp gidiverecek.

Bazen de şu olur: Fazla iyi gelir herşey. ''Yok'' deriz. "Bu kadar muntazam olmamalı". Bir yerden mutlaka bir şey çıkacak. Yani o anın, o şeyin tadını çıkarmak yerine kusur aramaya başlarız. Ne yaptım da hakettim bu mutluluğu ben? Ne zaman elimden kaçıverecek? Ya gene eski mutsuz günlerime dönersem? Soruların ardı arkası kesilmez. Bence boşverin soruları. O ana odaklanın. Zevk alın. Haydi diyelim ki elinizden alınacak bu mutluluk. Eee ne yapalım? Giderse de gider. Siz şu an mutlu musunuz? Mutlusunuz. Bu ne anlama gelir aynı zamanda? İleride de olabilirsiniz. Çünkü artık bunu yaşadınız ve hazırlıklısınız. Boşverin kaçarsa kaçsın mutluluk. Çünkü bir insan hiç bir zaman sadece bir kez mutlu olmaz!

***

Bir kahve falından bu kadar şey kurgulamam garip geliyor. Hemen hesabı isteyip kalkıyorum. Şehrin caddelerine geri dönüyorum. Fakat içimde garip bir his var. Sanki ilkokul öğretmenim arkamdan yanaşacak ve kulağımı çekecek gibi. ''512 Emre ne yapıyorsun burada?'' ve ben o öğrenci psikolojisini çoktan atlattığımdan pişkin bir cevap yapıştıracağım ''Ne yapıyor gibi görünüyorum. Yürüyorum işte. Hem sanane bundan. Gezmek, tozmak suç mu? O verdiğiniz ödevi yapalı onseneler geçmiş hocam. Şimdi hayat bana ödevler veriyor ve hayat sizden daha iyi bir öğretmen! Hemen eklemem lazım. Sizi hiç sevmemiştim.'' Çok bozulup uzaklaştığı bir sahne düşlüyorum sonra...

Bu hayalin kahvenin verdiği tadı bozmasına izin vermemeliyim diyerek, gezip tozmaya devam ediyorum. Bir alış veriş merkezinin önüne geliyorum. İçeri dalıyorum. Yürüyen merdivenlerden çıkıyorum. İçimden de bu binanın dizaynını yapana okkalı bir küfür geçiyor. En üst kata çıkıyorum. Çünkü orada sinema var ve sinema hayat demek. Ne zamandır merak ettiğim bir filme bir öğrenci bileti alıyorum (sadece hayat öğrencisi olduğumdan değil aynı zamanda yüksek lisans öğrencisiyim). Filmle ilgili yüksek beklenti içindeyim.

Yerime kuruluyorum. Salon çok ufak. Hatta bir evin salonunda izler gibiyiz filmi. O kadar samimi bir ortam oluşmuş ki en başta oturan hanımefendi birazdan çay servisi yapacak gibi geliyor bana. Yapmıyor tabi ki ama umut etmiştim ve biraz içerliyorum. Film başlıyor. Eh fena değil gibi. Fakat birden perde kararıyor. İçerisi zifir karanlık. İnsanlar cık cık çekiyor ama sonra o sesler de azalıyor. Ben de arkama sağıma soluma bakıyorum ama dedim ya zifiri karanlık. Sonra perdede bir ışık beliriyor. Güneşin doğuşu gibi diyeceğim ama gerçekten güneşin doğuşu. Bir güneş doğuyor ki Allah'ım ne kadar sarı ve güzel. Tüm salon aydınlanıyor. Farkediyorum ki benden başka kimse yok o anda salonda. Bir hayal bu biliyorum ama aldırmıyorum. Güneş yükseliyor ve perdenin tam ortasında duruyor. Sanıyorum ki o perde benim hayatım ve güneş de tam ortasında. Güneşten başka hiçbir şey yok. Sanıyorum ki o perde benim zihnim ve güneşten başka şey düşünemiyorum. Bir ara ışık o kadar parlıyor ki güneş gözlerimi alıyor. Ellerimle gözlerimi kapatıyorum. Sonra ışık hafifliyor güneş kayboluyor ve bir film başlıyor. Merakla izlemeye koyuluyorum. Fakat çok tuhaf! İzlediğim sahne bir sinema salonunda geçiyor ve oradakiler de bir film seyrediyorlar. Merakım iki katına çıkıyor. Kalp atışlarım hızlanıyor. Yerimde doğruluyorum. Film şöyle devam ediyor:

Dediğim gibi bir sinema salonu. Tek tük insanlar var. Salon benim şu an olduğum salon gibi ufak ama daha aydınlık. Kamera tek tek insanları gösteriyor bana. Yaşlı bir çift var en önde. Sonraki sıra boş. Bir sonraki sırada yan yana iki çift var. Sevgili gibi duruyorlar. Arkalarında iki erkek oturuyor. En arkada ise üç genç kız. Kamera tek tek suratlarını gösteriyor bana. Hiç birisini tanımıyorum. Herkes çok yabancı. Sonra kamera arka sıradan tekrar önlere doğru süzülüyor. Bir çiftin tam karşısında duruyor. Çift biraz mesafeli gibi. Ama çift olduklarına eminim çünkü bunu biraz anlayacak kadar hayat dersini almıştım (seçmeli bir dersti). Yüzlerine perdeden yansıyan ışıklar vuruyor fakat kız daha aydınlık sanki. Hayır, oturduğu konumdan değil. Bu sanki ona has bir aydınlıkmış gibi. Güneş gibi. Erkek ise ay gibi daha çok. Kızdan gelen ışığı yansıtıyor sanki. Ama ikisi de mutlu görünüyorlar. Sonra fısıldaşmalar başlıyor aralarında. Oğlan kıza birşeyler söylüyor. Kız gülümsüyor. Ne dediğini duyamıyorum. Of keşke geri alma şansım olsaydı. Ama demekki daha dikkatli olmalıyım. Hayat gibi belki de bu filmin de geri sarma düğmesi yoktur!

Biraz sonra ikisinin de iç seslerini duyuyoruz. Fakat yönetmen belli ki bu bölümde bize oğlanın iç sesini vermek istiyor. Halbuki diyorum içimden kızınkini de verseydi daha güzel olurdu. Ama yönetmen o ve bir bildiği muhakkak vardır. Oğlan yerinde duramıyor sanki. Ne ki onun sorunu? İç sesi bize herşeyi anlatıyor.:

-Ne kadar da güzel bir kız. Allahım ne kadar mutluyum. Onunla sinemaya geldim. Kabul ediyorum film berbat ama olsun onun yanında olmak ne hoş bir şey.

-Acaba o da mutlu mu? Dur sorayım.... evet o da mutluymuş. Yaşasın. ..eyvah ya beni kırmamak için öyle söylediyse...yok o yalan söylemez..güneşim o benim..

-Şimdi ne düşünüyor ki acaba.. film de gittikçe kötü olmaya başladı....of ilk bölüm bitse bari... ne kadar ünlü oyuncu varsa doldurmuşlar filme... ve hepsi de figuran gibi olmuş yazık..!

-Acaba ileride de böyle sinemaya gelir miyiz? İster mi bir "ilerisi" olsun? Neden istemesin ki? Şimdiye kadar herşey çok iyi gitti.

-Of filmden iyice sıkıldım. Hastayım belki ondan mı? Boğazım da kuruyor. Ona baksam mı?...Baktım.. Çok güzel.. Çok tatlı..

-İtiraf ediyorum. Elini tutmak istiyorum. Biliyorum henüz erken ama istiyorum işte. Çocuk gibiyim. Yok aslında değilim. Aşk beni çocuklaştırdı.

-Tutsam ters mi teper? Beni yanlış anlamasından korkuyorum. Ama ya ters tepmezse ve o da elimi tutarsa?

Çocuk bu düşüncelerle boğuşuyorken film arası oluyor. Onların izlediği değil ama benim izlediğim çok heyecanlı geliyor bana. Daha önce kim bilir kaç kişinin başına gelen hadiseler. İlk defa sevdiğini söylemek, ilk defa elini tutmak, ilk öpücük.. Hepsi aşkın adımları. Ama bunları öyle bir zamanlamayla yapmalısınız ki, iki taraf da hazır olmalı. Yoksa karşı taraf sizi başka türlü algılayabilir ki bu en fenası olur.

Filmin ikinci yarısı başlamak üzereyken çocuk sonsuz bir cesaretle soruyor. ''Elini tutabilir miyim?'' Aslında böyle bir soru sorulmaz. Ya tutarsın. Ya tutmazsın. Ya bunun vakti gelmiştir, iki taraf da sinyaller verir. Ya da vakti gelmemiştir, cesaret bile edemezsin. Ama bu filmdeki çocuk hakikaten tuhaf! Böyle bir soru sorulmaz ama soruyor işte. Fakat kız o kadar iyi ki.. O kadar güzel ki.. Çocuğu kıskanıyorum adeta. (belki bir gün benim de...belki?) Bir anda kız elini uzatıyor. Herşey bir anda oluyor. Sanki hayat onların el ele tutuşmasını beklermiş gibi. Sanki onlar el ele tutuşamak için yaratılmışlar gibi...

Film sürüp gidiyor. Fakat çocuğun filmle alakası falan kalmıyor. Ara ara başını yukarı kaldırıp Tanrıya şükrediyor:

-Allahım daha mutlu olamam herhalde. N'olur bu mutluluk sonsuza dek sürsün. Daha fazlasını istemiyorum. Daha fazlasını beklemiyorum. Bu bile yetti bana. Nasıl olsa bir gün şu canımı alacaksın ya göğsümden. O şimdi olsun. Güneşimin yanındayken ve elleri ellerimin arasındayken ölebilirim. Gözlerimi sımsıkı kapatırım. Son kez bildiğim sureleri okurum. Şahadet getiririm ve ölürüm. Ama ölmemem gerek. Yok hayır! Ondan ayrılmış olurum o zaman. Yok Tanrım vazgeçtim ben. Sonra ölmek istiyorum. Biliyorum Tanrıyla pazarlık olmaz ama bir kaç kez daha fırsatım olsun ve o pamuğumsu elleri tekrar tutabileyim.

-Parmakları incenik ve kemikli. Sipariş versem bu kadar olur sanki. Tam hayalimdeki eller. Fakat ne garip Güneşin elleri buz gibi. Oysa gözleri sımsıcaktı. Fakat gerçekten ne garip güneşin elleri buz gibi. Oysa saçları ne kadar da sarıydı. Omzuma değdikçe yaktılar omuzlarımı ve tüm bedenimi. Bu aşk olmalı. Değilse nedir ?

-Ellerimi hiç bırakmasın istiyorum. Sonsuza dek tutsun. Biraz sıkılırsa bıraksın sonra özlesin tekrar tutsun. Çok şey mi istiyorum Allahım?

-Hala ellerimi bırakmadı. İstemese bırakırdı öyle değil mi ya? Yani meraktan da tutmuş olabilirdi. Ne hissedeceğini merak etmiştir ve tutmuştur. Sonra bir bahaneyle bırakabilirdi. Ama film bitecek neredeyse. (film mi o da ne?) ve hala bırakmadı.

***

Fim bitiyor. Yani onların izlediği film. Fakat sanırım benim izledğim bu film de bitiyor. Perde yeniden kararıyor. Ortalık yeniden zifiri karanlık. Sonra perdenin tam ortasında güneş yeniden beliriyor. Yavaş yavaş batıyor sonra. Nedense içime bir hüzün çöküyor. Birden en başta izlediğim filme dönüyorum. Hani ilk başta bilet alıp; (öğrenci hani) girdiğim gerçek filme. Fakat kısa süre sonra bu film de bitiyor. Neredeyse ikinci yarısını kaçırdığım için hiç bir şey anlamamış oluyorum ama olsun. Benim (sadece benim) izlediğim film daha güzeldi. O filmin başrolünde iki tane pırlanta gibi genç vardı. Hayalleri, umutları olan..her genç gibi. Kalpleri ne kadar temizdi şimdi anlıyorum. Birbirlerini seviyorlardı eminim. Fakat o filmin başı ya da sonu neydi acaba.? Bunu merak etsem de izlediğim kadarı bile bana müthiş zevk verdi diyorum kendi kendime. Salondan çıkıp sokaklara dönüyorum.

Işıklardan geçiyorum. İki yanımdan hızlı hızlı çiftler geçiyor. Kim bilir nedir telaşları? Sokaklar dolu. Hava güzel. Beni evime götürecek dolmuşlara geliyorum. En sevdiğim yer olan, nedense, en öne oturuyorum. Tanıdık bir kızı görüyor gibi oluyorum binerken ama o selam vermeyince ben de vermiyorum. Yol fazla uzun değil. Evime varıyorum. Yolda fazla bir şey düşünemiyorum. Yeterince kafamı yordum sanırım.

"Müsait bir yerde" deyip iniyorum dolmuştan. Fakat gerçekten en müsait yer burası mı kestiremiyorum. Neyse evime geliyorum. Kapıyı annem açıyor. Sarılıyorum. Şaşırmıyor, bırakmıyor, sormuyor! Sadece bütün anne şefkatiyle sarılıyor. Sonra babama selam veriyorum. Öpüşüyoruz. İki çocukları da şehir dışında olduklarından bu gelip gitmeler bizi hem üzüyor hem mutlu ediyor. Ama büyüyoruz değil mi? Ama bir gün bu ayrılıklar olacaktı biliyoruz değil mi?

Odama geçiyorum. Bilgisayarımı açıyorum. Bir kaç saat oyalanıp yatmaya karar veriyorum. Dişlerimi fırçalıyorum. Işığı söndürüyorum. Biraz sonra gözlerim karanlığa alışıyor. İnsan vücudu ne garip diyorum içimden. Herşeye ve her ortama mükemmel hızda uyum sağlayabiliyor. Yatağa uzanıyorum. Aklıma bugün başıma gelenler üşüşüyor. Uykum fazlasıyla geliyor. Göz kapaklarım ağırlaşıyor. Birden tekrar etmeye başlıyorum.

O filmdeki çocuk ne kadar da şanslı. Güneşini bulmuş ve onu ne kadar çok seviyor. Sonra kızı düşünüyorum. O da ne kadar şanslı. Kendisini bu kadar çok seven birisi var ve sevdiğini söylemekten asla utanmayan-sıkılmayan birisi. Çocuk ne kadar şanslı. Kız da onu seviyor galiba filmden anladığım kadarıyla. Seven bir kız kutsaldır ve asla incitilmemesi gereklidir. Çünkü bir kadın sevmişse asla unutmaz, asla utanmaz ve asla ihanet etmez. (istisnalar hariç) Kız ne kadar da şanslı diyorum içimden. Çünkü gerçekten seven bir erkek de asla vazgeçmez, asla yıkılmaz ve asla aldatmaz. (istisnalar hariç) Sonra farkediyorum ki bu filmin yönetmeni bundan sonra zaman olacak. Neler olup biteceğini zaman gösterecek. Bu iki şanslı insana gıpta ederken uykum çok fazla geliyor. Ve uyuyorum. Ama uyur halde tekrar ediyorum
kız ne kadar şanslı
çocuk ne kadar şanslı
kız ne kadar şanslı
çocuk ne kadar....

Emre C. 22/03/2009 15:11

Not:
Resim şuradan...

2 yorum:

Lavinya Öz. dedi ki...

Bir hayli uzun olmasına rağmen, arada sürükleyiciliğin kopmasına rağmen sonuna kadar okudum :) beğendim. Her zamanki gibi sade bir dil ile çok şey ifade etmişsin, tarzını seviyorum ;)

Bir de; bütünlüğü bozan parantezlere rastladım (naçizane), parantezleri çok severim ama bütünü bozmamalı :)

Kafandan ve kalbinden geçen düşünceleri çok güzel aktarmışsın.

Sonuç itibarıyla; keyifle okudum :) emeğine sağlık!

Bazı ayrıntılar ise çok hoşuma gitti, sonraki yorumlarımda onlara yer vereceğim, tek yorumluk bir yazı değildi çünkü :)

Emre C. dedi ki...

Aslında Abla dediğin gibi 2 ya da 3 parça şeklinde yayımlayabilirmişim. Ben de farkettim onu sonradan. Akıcılığın koptuğunu da farkettim, yer yer. O ''bazı ayrıntıları'' merak ettim doğrusu. Sevgilerimle...